İki türlü “kar manzarası” var, biri diğerine uymayan. Hayat karşısında biz farklı iki kişi olduğumuz için değil ama. Aynı biz karşısında, iki hayat olduğundan. Biri şiir kılar bizi, biri hakikat. Biri nergis kokar, öbürü hayat.
Hayatın bizi şiir kılan yüzünde camlara yağmur damlaları dokunur önce. Sulusepken üzerine açılan bir paragrafla bir kış romanı başlar uzaklarda. Derken ilk kar taneleri dökülmeye başlar gök yüzünden. Yaldızlı ve mutlu bir yılbaşı kartı karesinde kalabalık caddeler, ışıklı mağazalar, insanlar, mutlu kış akşamları.
Petersburg’da, Beyaz Geceler’de, bir köprünün üzerinde hâlâ Nastenka. Kışlık Saray’ın çevresinde uzanan sayısız parklarda ağaçlar tenha. Akşam istasyonlarında siyah gözlü, beyaz tenli, kürk başlıklı kadınlar. Eteklerinde dağ yamaçlarından toplanmış bir avuç kar.
Ya içerisi? Çini bir sobanın üzerinde porselen çaydanlıkta ve incecik bir sesle kaynar portakal çiçeği kokulu çay. Cam vazolara yerleştirilmiş mahmur nergislerin masumluğu kış ikindisi odalarda şiiri ve edebiyatı kışkırtır. Bir buğulu pencere. Şimdi kar gönlünce yağabilir.
İçimizdeki asıl mutluluk mitosunu ise, “lapa lapa” yağan karın ikaz ettiği soğuk ile “sıcacık” odanın tenakuzunda, emniyet altına alınmış tarafta olduğunu bilmenin bilinci oluşturur.Bu mutluluğu bozabilecek tek şey vardır. O da, emniyet altında olmayanların varlığını bilme duygusu. Ama kar aydınlığı gönlümüze ışık salarken, bu emniyetten mahrum olanların varlığını hiç bilmemek, ya da daha iyisi bu emniyetten mahrum olanların var olmadığını bilmek, mitosun bozulmaması için yeterli bir bilgidir. Bir kar masalı daima kendine mahsus güzelliğin refakatinde, kartpostal derinliğinde durur.
Buraya kadar anlatılanlar bir kar masalına dair epizotlardır ve her masal gibi onlar da masallardır.
Oysa hayat iki yüzlü ve bilmemek, varlığı engellemiyor.
Tanpınar haklı, “Tek insanın dahi acı çektiği yerde” bütün insanlara söylenecek kadar söz var. Sınıfında ve okulunda olması gerekirken çadır tutturmakla uğraşıveren öğretmenin yüzünde tükenmemeye çalışan ümit. Sınıfında ve okulunda olması gerekirken çadırında ateşi yükselen çocuğun ve onun ne yapacağını bilemeyen annesinin yüzünde tükenen ümit. Kendisine ümit bağlayanların ümitlerinin tükendiğini gören babanın yüzünde tükenen ümit. Acının bedeni aşıp ruha değdiği yerde, ne kadar yakın insanın kıyameti.
Bütün bu hayat manzaraları, “edebî” eser olarak sözcüklere dökülürken, bir imaj sağanağının sığınağına iltica edilmezse eğer, en usta edibin kaleminde dahi sıradanlaşıyor. Ama bir imaj sağanağının sığınağına iltica edilirse bu kez şiirleşiyor. Ve bu kez hayat, hayat olmaktan çıkıyor. Çünkü ıztırabın sesi varsa ıztırap, sözcük ıztıraba yetmiyor. Acının aynaya düşen görüntüsü acıya müsavi değil.
Ne kadar gerçeklik iddiasında ve ne kadar gerçekçilik iddiasında olursa olsun, neticede her türlü eylem ve keyfiyetin ancak sözcük biçiminde belirmeye yazgılı olduğu “edebiyat”. Hangi faciayı anlatırsa anlatsın içimizde ürperttiği ilk duygu hayranlık. Hiçbir mama mucidinin adını tarihlerin yazmadığı ve hiçbir soba yapımcısının adını Shakespeare’in adıyla birlikte yazmayı, kimsenin, aklına getirmediği bir yerde, kanın kokusu gibi üşümenin ve hasta bir bebek ağlamasının da “edebiyat”a yansıyan görüntüsü illüzyonist bir izdüşümden ibaret. Masallar mağrur ve münezzeh.
Şimdi kar, 1999 Kasım’ının yirmili günleri, ülkemde bir kar masalı filan değil. Dostlukların ölçüsü “karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak “tan (1. Özel) ve uyandırılmaktan geçmiyor. Ya da kentin sokaklarını, turuncu sis lâmbalarının buğusunda, şairler ve aşıklar boydan boya geçmiyor. Çünkü yollar artık “iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar”. Dar Kapı. Kapılar dar iyice. Çadırlar dar. Ve ince. Ve masal gemileri terk içinde seyrediyor.
Şimdi kar kelâmın tükendiği yer. Bir parmak ileri geçince yanılan o yer. Bir âh yeri ki hararetinde yanıp kül olur insan. Bu yüzden mevsimin ilk karı hayat kadar iki yüzlü. Ve bu iki yüz arkadan gelecek çok yüzlerin de muhbiri, ilk karın aydınlığı acının karanlık çehresi, ilk karın aydınlığı artık unutulması gereken peri masalı. Kim saracak acıyan yerleri? Dayan ey kalbim dayan.
Bu yüzden bu yazı hayatla edebiyatın tam birbirinden koptuğu yerde yazılıyor. Ve şimdi kar, hayatın kar yağan yüzünde bundan böyle kendi yazdıklarının kötü bir taklidini yapmaktan öteye geçemeyecek yazarın yazabileceği yegâne hikâye. Nazan BEKİROĞLU